Müşriklerin Uzlaşma Teklifleri
Müşriklerin Peygamber Efendimiz'e (sas) davasından vazgeçmesi karşılığında teklif ettikleri şeyler nelerdi?

Kureyş müşrikleri Hz. Muhammed (s.a.s.)’in azim ve sebatla insanları İslâm’a davet ettiğini görünce, ona engel olması veya himayeden vazgeçmesi için amcası Ebû Tâlib’e müracaat etmeye karar verdiler. İbn Hişam, Kureyşlilerin Ebû Tâlib’e bu maksatla üç defa başvurduklarını kaydetmekte ve ilk müracaatı yapan on kişilik heyetin isimlerini vermektedir. Bu heyet Ebû Tâlib’e giderek şunları söylemiştir: “Ebû Tâlib! Yeğenin tanrılarımıza hakaret etti. Dinimizi kötüledi. Bizim akılsız olduğumuzu babalarımızın, dedelerimizin eğri yolda gitmiş olduklarını söyledi. Şimdi sen ya onu bunları yapmaktan vazgeçir; yahut himayeden vazgeç...”. Ebû Tâlib bu heyeti tatlı dille başından savdı. İlk müracaatlarından istedikleri sonucu elde edemeyen müşrikler Ebû Tâlib’e ikinci defa başvurarak artık yeğeninin sözlerine katlanamayacaklarını, ya davasından vazgeçirmesini veya onu himayeden vazgeçmesini, aksi takdirde kendisine karşı da cephe alacaklarını tehdit edercesine söylediler. Ebû Tâlib bu defa Hz. Muhammed (s.a.s.)’i çağırarak Kureyşlilerin kendilerine söylediklerini bildirdi. Davasından vazgeçmesini, artık meselenin kendisinin de altından kalkamayacağı noktaya geldiğini ifade etti. Bunu duyan Hz. Peygamber amcasının kendini koruma hususunda fikir değiştirdiğini sanarak “Bu işten vazgeçmem için güneşi sağ elime, ayı da sol elime verseler dahi Allah bu dini üstün kılıncaya kadar veya ben ölünceye kadar vazgeçmeyeceğim” deyip ayağa kalktı ve yürüdü. Buna üzülen Ebû Tâlib “Yeğenim! Git, istediğini söyle. Allah’a andolsun ki seni asla onlara teslim etmem” dedi.38
Müşrikler, Ebû Tâlib’in Resûlullah’a yardım ettiğini ve onu himayeden vazgeçmeyeceğini, kendilerine onu teslim etmeyeceğini; hatta gerekirse onlardan ayrılacağını anladıkları zaman, Velid b. Muğîre’nin oğlu Umâre’yi yanlarına alarak Ebû Tâlib’e götürdüler. Genç ve yakışıklı olan Umâre’yi Hz. Peygamber’le değiştirmek istediler ve Ebû Tâlib’e şu acaip teklifte bulundular: “Ebû Tâlib! İşte Kureyş kabilesinin en kuvvetli ve en yakışıklı genci olan Umâre b. Velîd. Onu al, zekâsından ve gücünden istifade et, onu evlat edin, senin olsun. Buna karşılık, senin ve dedelerinin dinine karşı gelen ve kavminin birliğini bozan, şu yeğenini bize teslim et, onu öldürelim. İşte sana adam yerine bir adam veriyoruz”. Onların bu gülünç ve aldatıcı tekliflerine Ebû Tâlib şu sert cevabı verdi: “Allah’a yemin ederim ki siz bana çok kötü bir teklifte bulunuyorsunuz! Nasıl olur? Siz oğlunuzu, sizin için beslemem karşılığında bana veriyorsunuz; benimkini ise öldürmek için istiyorsunuz, öyle mi? Bu asla olmaz”.39
Müşrikler bizzat Hz. Peygamber’in kendisine başvurarak da bazı tekliflerde bulundular. Bir defasında Utbe b. Rebîa tek başına, bir başka zaman da heyet halinde ona başvurarak, bu hareketiyle mal istiyorsa mal vermeyi, saltanat istiyorsa kendisini başkan yapmayı, hasta ise tedavi ettirmeyi önerdiler. Fakat Hz. Muhammed (s.a.s.), gayesinin bunlar olmadığını, Allah tarafından kendisine verilen peygamberlik görevini yerine getirdiğini ve bu uğurda her şeye katlanacağını bildirdi.40 Bundan bir sonuç alamayan müşrikler, “Biz senin ibadet ettiğine ibadet edelim, sen de bizim taptıklarımıza tap” şeklinde bir teklif daha götürdüler.41 Bunun üzerine Kâfirûn Sûresi nâzil oldu. Bu sûrenin meâli şöyledir: “De ki: Ey kâfirler! Ben sizin tapmakta olduklarınıza tapmam. Siz de benim taptığıma tapmıyorsunuz. Ben de sizin taptıklarınıza asla tapacak değilim. Evet, siz de benim taptığıma tapıyor değilsiniz. Sizin dininiz size, benim dinim de banadır.”42
Muhalefet Sebepleri
Kur’ân-ı Kerim, insanları Allah’ın birliğine inanmaya ve sadece ona ibadet etmeye çağırıyor, putları ve putperestliği kötülüyor, onların ne fayda ve ne de zarar verdiğini açıklıyordu. Bu âyetlerden bazıları şunlardır: “Siz, Allah’ı bırakıp birtakım putlara tapıyorsunuz, asılsız sözler uyduruyorsunuz.” 43 “Onlar Allah’ı bırakıp kendilerine ne zarar ve ne de fayda verebilecek şeylere tapıyorlar.”44 Yine Kur’an-ı Kerim, putların ve putperestlerin cehenneme yakıt olacaklarını bildiriyordu: “Siz ve Allah’ın dışında taptığınız şeyler cehennem yakıtısınız....”45 Aynı zamanda meleklere ve cinlere tapanları eleştiriyor, insanların ve cinlerin Allah’a ibadet etmek için yaratıldıklarını açıklıyordu. Kısacası, müşriklerin tüm bâtıl inanç ve ibadetlerine karşı çıkıyor, kendilerini tevhide davet ediyordu. Onlar ise, atalarından miras olarak devraldıkları inanç, tapınma ve gelenekleri terketmek istemiyorlardı.
Kâbe, tüm Araplar tarafından kutsal mekan olarak kabul ve ziyaret edildiği için, Mekke müşrikleri, burada bütün Arapların hakkı olduğunu düşünüyorlardı. Onlar, Kur’ân’ın ifadesiyle, Hz. Peygamber’e “Biz seninle beraber doğru yola uyarsak, yurdumuzdan atılırız”46 diyerek, İslâm’ı kabul ettikleri takdirde Mekke’den sürülme tehlikesiyle karşı karşıya kalabileceklerini, bahane olarak, dile getiriyorlardı. Fakat Allah Teâlâ, onların bu iddiasını, “Biz onları, kendi katımızdan bir rızık olarak her şeyin ürünlerinin toplanıp getirildiği, güvenli, dokunulmaz bir yere yerleştirmedik mi? Fakat onların çoğu bilmezler”47 buyurarak eleştirmektedir.
Kureyş müşrikleri putperestliğin yıkılmasıyla bütün Arap kabileleri nezdinde elde etmiş oldukları dinî üstünlüğün ve ticârî menfaatlerin ellerinden gitmesinden endişe duyuyorlardı. Ayrıca put imal edip Kâbe’ye gelenlere satanlar vardı. İslâm’ın bunu haram kılmasına put ticareti yapanlar fena halde kızıyorlardı.
Araplar, kültürel geleneğin taşıyıcısı olarak kabul ettikleri ‘atalar’dan intikal eden örf, adet ve geleneklere büyük önem veriyorlardı. Kureyşliler için de putperestlik, korunması gereken bir değerdi. Babalarını belli bir dine inanmış olarak bulduklarını ve kendileri için de en akıllıca yolun babalarının geleneğini sürdürmek olduğunu sık sık söylüyorlar, kendi tutucu davranışlarını haklı çıkarmak için babalarının geleneklerini ileri sürüyorlardı. Dolayısıyla ataları taklit, gerek inanç ve gerekse ibadet ve yaşama tarzlarında müşrikler için vazgeçilmez bir esastı. Muhalifler, İslâm’ı atalarının yoluna, yani geleneksel davranış ve inançlara saldırı olarak görüyorlardı. Kur’an-ı Kerim’de onların bu tutumları eleştirilmektedir: “Onlara ‘Allah’ın indirdiğine ve Resûl’e gelin’ denildiği vakit, “Babalarımızı üzerinde bulduğumuz yol bize yeter” derler. Ataları hiçbir şey bilmiyor ve doğru yol üzerinde bulunmuyor iseler de mi”?48
Kur’an-ı Kerim, Arapların ahlaksızlığını, zulüm ve haksızlıklarını, kötü ve çirkin yaşayışlarını açıkça eleştiriyor, fenalıklarını sayıyor ve yaptıklarını yüzlerine vuruyordu. Kur’an-ı Kerim’in getirdiği ahlakın Arap toplumunun geleneksel ahlak anlayışından köklü bir şekilde koptuğu ortadadır.49 Onların ahlâkı, Kur’an-ı Kerim’in öngördüğü ahlâk ile çelişki teşkil ediyordu. Kur’an-ı Kerim insanları güzel ahlâka ve fazilete davet ediyordu.
Mekke müşrikleri ölümden sonraki ebedî hayata, yaptıklarından hesaba çekileceklerine inanmıyorlar veya inanmak istemiyorlardı. Kur’an-ı Kerim’in kötülük işleyenlerin cezaya çarptırılacağından bahsetmesinden memnun olmuyorlardı. Kötü alışkanlıklarından, haksız kazançlarla insanları ezmelerinden, içki, fuhuş... gibi İslâm’ın yasakladığı günahlardan dolayı hesap vermeyi düşünmek bile istemiyorlardı. “Hayat ancak bu dünyada yaşadığımızdır, ölürüz ve yaşarız. Bizi ancak zaman helâk eder”50 diyorlar ve ahireti inkar ediyorlardı.
Kabile yapısında sosyal tabakalara önem veriliyordu. Mekkeliler, kölelerin, efendisinin dininden başka bir dine girmesine tahammül edemiyorlar, onların Müslüman olmalarını kendilerine karşı isyan kabul ediyorlardı. Halbuki Hz. Peygamber eşitliği emrediyor, insanlar arasında sınıf farkı gözetmiyor, mensuplarını ister köle, ister efendi, ister zengin, isterse fakir olsun, aynı seviyede kabul edip üstünlük ölçüsünün takvâ olduğunu belirtiyor, mü’minleri kardeş ilan ediyordu. Efendiler, kendilerini kölelerle eşit tutan bir dine girmek istemedikleri gibi ona cephe de alıyorlardı.
Mekkelilerin İslâm’a muhalefetinde kabile rekabetleri de önemli yer tutmaktaydı. Ebû Cehil’in aşağıdaki sözleri onun Abdümenâfoğullarına rekabeti yüzünden Hz. Muhammed (s.a.s.)’e inanmadığını göstermektedir. O, şöyle diyordu: “Biz Abdümenâfoğullarıyla şeref hususunda anlaşmazlığa düştük. Onlar halka yemek yedirdiler, biz de yedirdik. Onlar yaya kalmış kimselere binek verdiler, biz de verdik. Onlar halka bağışta bulundular, biz de bulunduk. Sonunda aynı dereceye ulaşıp burun buruna giden iki yarış atı durumuna geldiğimizde onlar “İşte bizden, semâdan kendisine vahiy gelen bir Peygamber çıktı” dediler. Biz buna ne zaman ulaşacağız? Allah’a andolsun ki ona asla inanmayız”.51 Ebû Cehil, peygamberliği Mekke şehrinin idaresi ve hac ibadeti ile ilgili görevlerden birisi gibi telakki ediyor ve bu görevin Abdümenâfoğulları içinden birisine verilmesine tahammül edemiyordu. Onun bu husustaki düşüncesini dile getirdiği bir sözü şöyledir: “Sikâye, rifâde ve meşvere görevleri Abdümenâfoğullarının elinde bulunmaktadır. Şimdi de Peygamber onlardan çıktı. Peki bize ne kaldı”?52
Kimi muhalifler Kur’an’ın Hz. Muhammed (s.a.s.)’den daha asil birisine verilmesi gerektiğini düşünüyorlardı. Velid b. Muğîre, Hz. Muhammed (s.a.s.)’in peygamber olmasını bir türlü kabul edememiştir. O, şöyle derdi: “Nasıl olur? Ben Kureyş kabilesinin büyüğü ve başkanı olayım da bir kenara bırakılayım. Muhammed’e vahiy gelsin? Nasıl olur Ebû Mes’ud Amr b. Umeyr es-Sakafî, Sakîf kabilesinin başkanı olsun da o da bir kenara bırakılsın? İkimiz bu iki şehrin (Mekke ve Taif) başkanlarıyız”. Onun görüş ve iddialarına cevaben Yüce Allah şöyle buyurur: “Onlar dediler ki: Bu Kur’an iki şehirden bir büyük adama indirilse olmaz mıydı? Rabb’inin nimetini onlar mı paylaşıyorlar”?53
KAYNAKÇA:
38. İbn Hişâm, I, 265-266; Ayrıca bk. Taberî, II, 323 vd.
39. İbn Hişâm, I, 266-277; İbn Sa’d, I, 201-203; Taberî, II, 326-327.
40. İbn Hişâm, I, 293-295.
41. İbn Hişâm, I, 362; Taberî, II, 337.
42. Kâfirûn Sûresi 1-6.
43. Ankebût Sûresi 17.
44. Yûnus Sûresi 18; Furkân Sûresi 55.
45. Enbiyâ Sûresi 98.
46. Kasas Sûresi 57.
47. Kasas Sûresi, 57.
48. Mâide Sûresi 104.
49.Maxime Rodinson, Hazreti Muhammed, çev. Attila Tokatlı, İstanbul 1994, s. 90. Fransız şakiyatçı Maxime Rodinson’un, yetiştiği kültürden ve sahip olduğu düşünce sisteminden kaynaklanan önyargıları nedeniyle olayları tersine yorumladığı, İslam muhaliflerinin sözlerine daha çok yer ve değer verdiği, onlara itibar ettiği, muhalifleri haklı çıkarma ve masum gösterme gayreti içinde bulunduğu ve yer yer Hz. Peygamber’in faaliyetleri üzerine alaylı ifadeler kullandığı görülmektedir. Bütün bunlarla birlikte, Hz. Peygamber’in zekâsını, sâkin, güvenli ve dengeli tutumunu, meslektaşlarının saygısını kazanmış bir kişi olduğunu, hayatı boyunca bir karara varmadan önce enine boyuna düşündüğünü, kamusal ve özel işlerini ustaca yürüttüğünü, gerektiğinde beklemesini ve gerektiğinde de geri çekilmesini bildiğini, eşsiz bir diplomat olduğunu, işleri mantıklı bir şekilde açık ve uzak görüşlülükle yargıladığını dile getirmesi gibi şahsıyla ve hatta mesajıyla ilgili pek çok hususu itiraf ettiği, takdirini dile getirdiği müşahede edilmektedir. Kitabının son kısmında Hz. Muhammed’in uygulamalarının on dört asırlık etkisini özet bir şekilde gözler önüne sermektedir.
50. Câsiye Sûresi 24.
51. İbn Hişâm, I, 316.
52. Makrîzî, s. 72.
53. Zuhruf Sûresi 31-32.
Bu içerik hakkında ne hissediyorsunuz?






